Dutlar olmaya başlamıştı yavaş yavaş. Gerçi çok da dut
ağacı kalmamıştı ama, birisi havuzun başında diğeri evin arkasında, iki
ağaç tam olgunluğa ulaştığında bal tadında dut veriyordu. Hele evin
ardındaki ağacın meyvesi, Çaybaşı’na kanalizasyon gelmeden önce artezyen
çukuru olarak kullanılan kuyuya yakın olmasından mıdır bilinmez bir
başka olurdu.
Günlerden pazar, vakit öğleye yaklaşıyordu. Aklı, evleri
kendi evinin az ötesindeki aynı binada olan iki torunundaydı “Amma
yatırlardır daha” diye düşündü. “İneyim bahçayı dolaşayım, ağaçlara bir
bakayım” diye düşündü. Tek tük de olsa olmuş dutları silkeleyip
torunlarına ikram edecekti. “Nasıl olsa kalktıklarında dedelerini
görmeye gelirler, gelmezlerse ya giderim evlerine ya da çağırırım asma
altına nasıl olsa bugün büyük gün” dedi kendi kendine.
Köşe başında bulunan üç dönüm bahçe, semtin en büyük
mülklerinden olup bir tarafı boydan boya ilkokula komşuydu. Ne günleri
yaşanmıştı burada. Daha doğrusu bir ömürleri burada geçmişti rahmetli
ile. Ekmişler dikmişler, ilk zamanlar mahsulün geliri ile geçim
sağlanmış, sonra aile kalabalıklaştıkça evlerin ihtiyaçlarına kullanılır
olmuştu yetişen sebze meyveler.
Bahçeyi dolaşayım biraz diye karar verdi. İki katlı
evinin tahta iç merdivenlerinden aşağı inerek yürümeye başladı. Toprak
uyanmış ve bağrına vurulacak bel, balta darbelerini bekler hale gelmiş,
ağaçlar çağlaya durmaya başlamıştı. Önce havuz başındaki, sonra evin
ardındaki dut ağaçlarına baktı. Tek tük de olsa ermiş dutları elinde
taşıdığı plastik kaba koyuyordu. “İlk olan dutları yemeyi hak ettiniz
keratalar” dedi kendi kendine.
Yeterince topladığını düşünerek asmanın altına gidip
oturdu ve beklemeye başladı.
Az sonra torunlardan birisi göründü. Öteden ona doğru
geliyordu. “Ağabeyini de çağır beraber gelin” diye seslendi.
Geri dönen torun yanında iki yaş büyüğü ile birlikte
gelip selam verip oturduklarında olan olacaktı. “Pirlonda’nın takımını
şampiyon etmişsiniz. Aferim size memlekatın adını yücelttiniz” dedi.
Dedi ama iki torun neye uğradıklarını şaşırdılar. Birisinin futbolcusu
diğerinin yöneticisi olduğu Taşkentspor bir gün önce şampiyon olmuştu ve
bu yüzden çok mutluydular ama futbolu hiç mi hiç sevmeyen dedelerinden
bu aferini almak da bekledikleri bir şey değildi. Şaşkın şaşkın
birbirlerine baktılar ve yarım ağız bir “sağ ol dede” diyebildiler ama
küçük bir şok geçirdikleri her hallerinden belliydi.
“Şaşırdınız değil mi? Haklısınız, şaşkınlığınız da öyle
ya çocukluğunuzdan beri ayağınızda top gördü mü kızan dedenizden bu
aferimi beklememekte haklısınız” dedi ve başladı anlatmaya…
“Torosların bir dağ köyünden Konya’ya göç ettiğimizde
elde avuçta üç beş kap kaçak, yatak yorgan ve sağlığımızdan başka hiçbir
şeyimiz yoktu. Çalışmaktan başka da yapacağımız bir şey yoktu. Çok
koştuk, çok çalıştık muhannete muhtaç olmadan elin birisi olabilmek için
çok uğraştık. Dağlı dediler, horlandık ama vardığımız her yere hareket
getirerek renk getirerek kendimizi kabul ettirdik. Ettirmesek ne
yapacaktık? Barınamayıp ovada dağa geri dönmek ölüm demekti. Netekim
dönenler de oldu ve dosta düşmana mahcup bir ömür sürdüler. Babalarınızı
büyüttük, sizleri büyüttük bu günlere geldik. İşte bu goşuşturmaca
içerisinde topu sevmeye vaktımız olmadı torunlarım.”
Sonra “Senin baban eyi topçuydu” dedi büyük torununa
“Amma gönlümüz hafız olmasını istedi ve çok şükür oldu. Çocukluğunuzda
asfaltta oynaşırken göz ucuyla seyrederdim sizi. Sen de eyi vururdun
topa ama ben daha çok Çaybaşı tarafından Paşalı köprü tarafından gelecek
arabalara bakardım çarpılmayın diye goçum.”
“Senin baban da çalışmaktan bakır döğmekten başka bir şey
düşünemedi çocukluğunda” dedi diğerine...
Şaşkınlık yerini rahatlığı bol bir mutluluğa bırakmıştı.
Kalkıp elini öpen çocukların alınlarından öptü ve eğilip sedirin altında
sakladığı dut kabını çıkarttı. “Mevsimin ilk dutlarını sizin için
topladım haydi bakalım hak ettiniz keratalar” deyip kabı önlerine
koyunca neşeleri bir kat daha çoğalmıştı... |