| 
       
		
		Mevsim bahara dönmüş, işte yine asma altı günleri başlamıştı. 
		
		
		
		 
		
		
		“Bir ömür şu 
		bahçada geçti ama yıllar ne çabuk geçti ?” diye iç geçirdi. Biraz ötede 
		dört çocuk bağıra çağıra koşuşturup duruyorlardı. Kalkıp kovalamak geçti 
		aklından amma o mecali bulamadı kendinde. “Yah!” dedi. “Şu bahçada bırak 
		çocuklar oynayacak, avarlara dalacaklar, ağaçlar bahar gelip çağlaya; 
		yaz gelip meyveye durduğunda , hıdırellezde avarlar dikilip yaza sebze 
		verdiğinde kuş uçurmazdım be!” diye hayıflandı. 
		
		
		  
		
		
		Torunları yalvar yakar olur buz gibi kuyu suyu ile dolu havuza girmek 
		için haftada bir ancak izin verirdi de dedelerinin huysuzluğuna bağlar 
		anlamazlardı niye öyle olduğunu.  Babaanneleri “Ay herif! Bırak 
		serinlesin çocuklar .” diye yüklendiğinde “Su buz gibi, havuz derin; ya 
		hastalanırlarsa ya kafalarını çarpıp boğulurlarsa! Ben bilirim onları 
		suya ne zaman sokacağı mı!” diye cevap verir. Havuzda su iki gün durup 
		bir miktar da avarlara salınıp eksildikten sonra “Hadi çağır çocukları, 
		sen izin vermiş ol.” diye pası atardı hayat arkadaşına. 
		
		
		
		 
		
		
		Çok eskileri 
		biraz olsun hatırlıyor olsa da artık geleni gideni bilemez olmuştu. 
		Yanına oturup “Bildin mi beni Mustafa amca?” diyenlere ‘bilemedim’demek 
		zoruna gidiyordu ama yaş doksana doğru gidiyor çileli yıllarda taşınmış 
		ağır yüklerin etkisiyle midir bilinmez artık hafızası çok şeyi bilip 
		hatırlayamayacak haldeydi. 
		
		
		
		 
		
		
		Bırak geleni 
		gideni evlatlarını,torunlarını torunlarının çocuklarını da bilemez 
		olmuştu ama bazan umulmadık zamanlarda her şey geri gelir gibi oluyor bu 
		seferde söylediklerinin ciddiye alınmamasına çok içerliyordu. Öyle ya 
		sen her şeyi unutmuş ol, dur dur sonra birden bir şey söyle! Hiç 
		inanırlar mı diye iç geçirdi. 
		
		
		
		 
		Başından hiç 
		çıkartmadığı takkesini gözlerinin üstüne doğru indirip oturduğu sedirde 
		geriye doğru yaslandı. Niyeti biraz kestirmekti. Dalar gibi olmuşken 
		“Selamünaleyküm dede!” diyen sese uyandı. “Ve aleykümselam!” 
		Takkeyi 
		kaldırıp geleni tanımaya çalıştı. Asma yapraklarının arasından sızan 
		güneş gözünü alıyor olsa da sanki bilecek gibiydi geleni. Biraz boş boş 
		baktı, sonra kendini zorladı. Evet evet torunlarından birisiydi gelen. 
		Sık ziyaretine gelmesinden midir çok anlatıp çok dinlemesinden midir 
		nedir kayıtlarında hala duruyor onu yorgun beyni genelde çıkartıyordu. 
		- Nasılsın 
		dede? 
		- Eyiyim, çok 
		şükür. 
		- Halam nasıl? 
		- Halan mı? 
		Kim o? 
		- Hani kızın 
		var ya berabersiniz sana bakıyor. 
		- Ha! Bir 
		kadın var sabah çay bişirdi, bana onu diyorsan yokardadır.  
		- Gene vukuat 
		işlemişsin dede. 
		- Ne mukuatı? 
		
		
		- Akşam halam 
		sen uyurken kapıyı kilitleyip babamgile gelmiş bahçenin içinden, sen de 
		uyanıp asmanın üstünden aşağı inmişsin. Nasıl yaptın bu yaşta? Zor 
		yürüyorsun ama maşallah delikanlı gibi ikinci kattan asmanın tahtasına 
		basıp aşağı inmişsin. Ya düşüp bir yerini kırsaydın Allah muhafaza… Ya 
		ölseydin başının üstüne gelip? 
		
		
		
		 
		
		
		Olanları hiç 
		hatırlamadığı bakışlarından anlaşılıyordu ama aynıyle vakiydi torunun 
		söyledikleri. Varıp oğlunun kapısını çaktığında ağızları açık kalmıştı 
		ev ahalisinin. Kilitli kapıyı açması mümkün değilken ikinci kattan nasıl 
		çıktığı araştırılmış ikinci kattaki pencere açık bulununca durum 
		anlaşılmış veya bir yerine bir şey olsaydı nidaları ile derin bir oh 
		çekilmişti. 
		
		
		
		 
		
		
		“Avarların 
		arasında koşuşup duran çocuklar kim? Govalasana!” dedi. “Daha ekilmedi 
		avarlar onlar bizim çocuklar oynasın dursunlar.” diye cevap verdi torunu 
		ama mümkün değil vazgeçmiyordu. Kovala da kovala... 
		
		
		
		 
		Halbuki dört 
		çocuk ağaç dallarından kendilerine silah yapmışlar savaş oyunu oynayarak 
		eğleniyorlardı. Baktı olmayacak “Askerler!” diye bağırdı çocuklara 
		doğru. 
		- Emret 
		komutanım! 
		- Buraya doğru 
		marş marş! 
		Koşarak gelip 
		gerçek asker havalarında yan yana dizilmişlerdi bile. 
		- Rahat! Hazır 
		ol! Tüfek omza! 
		Her şey 
		gerçeğe uygun cereyan ediyordu ve komutlar tam olarak yerine getirilip 
		ağaçtan tüfekler omuzlara atılmıştı. 
		“Dikkat!” diye 
		bir kez daha bağırdı ve tekmil verir gibi sihirli cümleyi söyleyiverdi: 
		“İŞTE BUNLAR OMURTAK PAŞA’NIN ASKERLERİ!” 
		
		
		Cevap 
		şaşırtıcıydı: “O taa sağ mı?” 
		
		
		
		 
		
		
		Sanki kablosu 
		oksitlenip ara sıra yanıp sönen sokak lambası gibi hafıza bir an yerine 
		gelmiş ve Omurtak Paşa’yı hatırlayıvermişti. Hep anlatırdı iyi 
		zamanlarında. “Asker olduk, Taşkent’ten geldik bizi Aslanlı Kışla’ya 
		aldılar. Bir hafta sonra bindirdiler trene doğru Trakya’ya ver elini 
		Malgara. Eğitimler çok sıkı Bulgar’la savaş çıktı çıkacak. Genelkurmay 
		Başkanı Salih Omurtak Paşa yürüdü yürüyecek Bulgar’ın üstüne amma İnönü 
		izin vermedi” diye. 
		
		
		
		 
		
		
		İçlerinde 
		kendi oğlu da olan çocukların askercilik oynamasından mıdır bilinmez 
		nereden geldiyse aklına gelmişti işte bu hikaye. Uyanık torunun verdiği 
		tekmil bir şok etkisi yapmıştı adeta. ‘’Dede sen nerelisin? diye bir 
		yoklama daha yaptı. “Pirlondalıyız ya bilmen mi?” diye bir de azar 
		işitti. 
		
		
		 
		
		
		Askerler komut 
		bekliyordu dağılmak için. “Gönderiyorum bunları Omurtak Paşa 
		çağırıyormuş.” diye bir hamle daha yaptı. Cevap her şeyin aynı tas aynı 
		hamama döndüğünü çok iyi anlatıyordu: “Omurtak Paşa mı, kimidi O?” |