Yirmi üç Ağustos’ta vefatından bu yana babamı yazıyorum ve sağ
olsunlar yerel gazetelerimiz ile internet sitelerimiz de
yayınlıyorlar yazdıklarımızı.
Zeki Dayı lakabına sahip olan babam ilkokul mezunu olmasına
rağmen adeta entelektüel bir taşralı olarak sadece biz evlat ve
yakınlarında değil onu tanımış ayaküstü de olsa iki laf etmiş
herkeste iz bırakmış müstesna bir kişilikti. Son yıllarda
yaşadıklarını en azından bize anlattıklarının ve bizim
bildiklerimizin kalem kağıda dökülmesi için çok ısrar ettim ama
bir türlü ikna edemedim. Hep boş ver kim bilecek deyip
savuşturdu ama öyle bilinmesi gereken yaşanmışlıkları vardı ki
iş başa düştü deyip bazılarını kısa hikaye bazılarını ise bu
yazıda olduğu gibi anlatım olarak yazmaya başladım. Görev
yoğunluğunda nasıl fırsat buluyorsun diye soranlar olduğunda ise
uçak yolculuklarımızı işaret ediyorum. Yani havada yazıyorum!
Anamdan doğalı çalıştım derdi babam. Hakikaten de ilerlemiş
yaşları dahil aklım erdiğinden bu yana Pazar günleri dahil hiç
boş durduğunun boş kaldığının şahidi olmadık. Son pandemi süreci
hariç her gün iş yerine geldiği gibi haftada bir gün de ilçe
ziyaretleri yapmaktan geri kalmamıştı. Her pazar öğleden önce
mutlaka muhacir pazarına gider öğleden sonra ise Çaybaşı’nda
evimizin arkasındaki bahçede yaz kış kendisine bir iş bulurdu.
“Sen işten korkmayacaksın iş senden korkacak” cümlesi ondan
çokça duymaya alıştığımız öğütlerdendi.
Hayat ona öyle tecrübeler kazandırmıştı ki adeta her cümlesinde
ders çıkartılacak bir şeyler bulunurdu. Mesela söze “para dil
öğretir ayakkabı yol öğretir” diye başlıyorsa kesinlikle
geçmişini çok iyi bildiği ama servet ya da şöhret sahibi
olduktan sonra farklı bir dünyaya evrilen birisinden
bahsetmesini beklerdik. Yine “oturduğu ahır sekisi, çağırdığı
İstanbul türküsü” deyimi ile de tahmin edeceğiniz gibi
olduğundan farklı görünmeye çalışanları anlatır, “şimdi rağbet
güzel ile zengine” diyorsa da toplumda biraz farklı yerlerde
olanlara yalakalık yapan birisi varsa onu kibarca uyarıyor
olurdu.
Bir gün bir yakınının vefatı sebebiyle başsağlığı dilemek için
tanıştığımızdan bu yana dostluğundan hep keyif aldığım Karatay
Belediyesi önceki başkanı Mehmet Şen beyefendiyi aradım.
Selamlaşıp taziye dileklerimi ilettikten sonra “Ben de sizi
arayacaktım” dedi. Hayırdır başkanım diye sorma ihtiyacı
hissettim. “Çikolata almak için sizin dükkana uğramıştım.
Parasını öderken gramajından eksik hesapladıklarını görünce bir
yanlışlık olduğunu düşünerek kasadaki arkadaşı uyarmak istedim
ancak ambalaj darasının gramajdan düşüldüğünü söylediklerinde bu
zamanda böyle esnaf kalmış mı diye düşünmeden edemedim” diyerek
yaşadığı olayı anlatınca babacığımın ticarette örnek bazı
uygulama ve nasihatleri üzerine kısa da olsa biraz sohbet ettik.
Esnaf ağzı ile “müşteriye cebinde parası var nasıl olsa diye
fazla mal yüklemeyin, taşıyacağı kadar yük verin. Satsın bir
daha gelsin almaya” öğüdünü anlattım kendisine. Toptancılar
çarşısında bizim iş yerinden birkaç dükkan ötede aynı işi
yaptığımız komşumuzun başka bir yere taşınmış olmasından
tecrübesiz bir genç olarak ben mutlu olurken Rahmetli Babam
“enayi bırak sevinmeyi üzül keşke aynı işi yapan beş on dükkan
bir arada olsak piyasa olur rekabet olur daha güzel olur”
sözleri ile adeta ders vermişti bize. Ambalaj malzemeleri satan
bir komşumuzun bazı ürünlerinin bizim çeşidimiz içerisinde de
satılabileceğini söylendiğinde “o onun kısmeti herkes işine
baksın” cevabını vermiş olması da hatıralarımız arasındadır.
Eski Buğday pazarında önce çıraklık ile başladığı bakırcılığa
daha askere gitmeden 16,17 yaşlarında kendi dükkanını açarak
devam etmiş askerlik sonraki zamanlarda uzun yıllar Aziziye
camisi kıblesinde bulunan Şeyh Ahmet Efendi Çarşısı’nda, ortak
oldukları amcamın vefatı ile de 1983 yılından ahirete
yolculadığımız 2020 yılına kadar Toptancılar Çarşısı’nda olmak
üzere yaklaşık 75 yıl aralıksız ticari hayatın içerisinde
bulunmuştu. Bu uzun sürenin aynı zamanda çocukluk, gençlik,
yetişkinlik ve yaşlılık süreçlerinde şehrin temel
dinamiklerinden gerek mübarek zatları, gerek eşrafı gerekse
renkli simaları yakından tanıması fırsatını sağlamış olması ve
yeri geldikçe bizlere de yaşanmışlıklardan sık sık bahsetmesi
sebebiyle oldukça geniş bir hafızamız oluştu.
Mesela birlikte televizyonda maçları izlerken oynanan futbolu
hiç beğenmez; Nerede o Covmen’ler (Konyaspor ya da
İdmanyurdu’nun futbolcusu) korner atarken bile penaltı gibi
tehlike olurdu diye söze başlar en son Altay’lı Büyük
Mustafa’nın eskiler gibi top oynadığından bahsederdi. Yıllar
sonra Milli Takım’ın Konya’da oynanan bir maçına gitmiş ve yeni
stada olan beğenisini sıklıkla dile getirmişti.
Kuran eğitiminin yasak olduğu çocukluğunda Hacı Fettah’ta
bulunan Hacı Veyiszade hocamızın kız kardeşinin evinin önünde
oyun oynar gibi yaparak birer ikişer kapıdan içeri
süzüldüklerini gülerek anlatır. Yine çocukluğunda Mevlana
Hazretleri’nin Kızı ya da müridi olarak bilinen Fahrünisa
Sultan’ın kabirlerinin bulunduğu Çaybaşı Camisinin imamı Hafız
amcadan (Prof. Dr. SaimSakaoğlu hocanın babası) dinlediklerini
naklederdi. Ladik’li Hacı Ahmet Ağa ve Hacıveyiszade Hoca’mıza
ait öyle çok şey anlatmışlığı vardır ki hatırladıklarımız bir
değil birkaç kaç yazı konusu olur. Abdullah Büyük Hoca’nın çok
genç dönemlerinde mahallemizde bulunan Yolcu Oğlu Mescidi’nde
başladığı sohbetlerini sonrasında Sultan Selim ve Kapu
camileri’nde hiç kaçırmamış olup yine Mustafa Özkafa
Beyefendi’nin merhum babaları Süleyman Özkafa Hocamızın da
nasihatlerinden sıkça istifade etmişliği vardı. Son yıllarda
Esader isimli hayır kuruluşu bünyesinde Durmuş Sert hoca
öncülüğünde faal olarak hizmetlerde bulunmuştu. Gerek
mahallesinde bulunan Külahcı gerekse Toptancılar camisinin
eksiklerini gidermek, ihtiyaçlarını karşılamak için hem çevreden
katkı sağlamak hem de kendi imkanlarına seferber etmekten ve
yine özellikle Ramazan aylarında hayır kuruluşlarına öncülük
ederek kapı kapı yardım toplamaktan ve katkı sağlamaktan keyif
alırdı. Cenab-ı Allah serveti herkese verir ama hayır yapmak
kısmet işi diyerek beklenen katkıyı yapma cömertliğini
gösteremeyenlere “Rabbim sehavet damarlarını açsın” diye dua
eder ama kimler olduğunu asla paylaşmazdı.
Sahip olduğumuz statüler gereği doğal olarak eşten dosttan
tanıdığı tanımadığı insanlardan gelen talepleri bıkıp usanmadan
not alır ve titizlikle bize iletir, bununla da kalmaz ilk
görüşmemizde “Filanın tayin işine baktın mı ya da sıkıntısını
çözebildin mi?” diye takibini yapardı. Bazan baba tamam sen
görevini yaptın gerisi Allah Kerim kendini yorma bu kadar
dediğimizde “darda kalanın sıkıntısını çözenden Allah da razı
olur kulu da. Bu da bir nevi zekat sayılır sen bir daha bak
bakalım” diyerek bizi teşvik edici nasihatlerde bulunurdu.
İlerlemiş yaşına rağmen hareketliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş
bir insan olarak pandemi süreci ile birlikte eve kapanmış olmak
çok ağrına gitmişti. Vakit namazlarına cemaate gidememekten
duyduğu rahatsızlığın yanı sıra pazar günleri gençliğinde pirinç
ve zeytin de sattığı muhacir pazarına gidemiyor olmak da ayrı
bir üzüntü kaynağı olmuştu. Yine garip geçen iki bayram ayrı bir
hüzne sebep olmuş camiler cemaate açıldığı günlerde çok
sevinmiş, “Ülen yürümeyi unutmuşuz camiye gidip gelirken yengeç
gibi yan yan yürüdüğümü hissediyorum” demişti.
Bu süreçte birçoğumuz yakınlarımızı kaybetmenin acısını yaşadık.
Sadece salgın hastalığın kendisi değil etkileri de
sevdiklerimizi aldı götürdü. 21 Ağustos günü Cuma namazından
sonra geçirdiği kalp krizinden yaklaşık otuz altı saat sonra
1938 yılında Taşkent’te başlayıp türlü güzellikler içerisinde
yaşanmış dünya hayatı 23 Ağustos pazar günü sabah ezanlarında
sona ererek tebessümlerin en güzeli yüzüne yansımış hali ile
gerçek aleme uğurladık babacığımı. Bu satırları okuyacak
olanlardan istirhamımız odur ki; aklınıza geldikçe Konya’nın
Zeki Dayı’sından bir Fatiha gönderiverin olmaz mı... |