Konyalı olup da Aziziye Camisi’ni bilmeyen ya da Konya ya
gelip de Aziziye Camisi’ni görmeyen yoktur herhalde. Muhit olarak şehrin
kalbinin attığı, AVM kültürünün esamesinin bile okunmadığı dönemlerde
toptan perakende alışverişin eski tabirle aksatanın merkezlerinden
birisiydi.
Köylüsü, kentlisi gıda, züccaciye, manifatura, düğün
alışverişleri peşin, harman pancar veresiye buralardan yapılırdı. Yaz
yaklaştı mı esnafta bir harman heyecanı başlar gelen köylüye “Ekinler
nasıl?” sorusu mutlaka sorulur eğer olumsuz cevap alınırsa kendi ekini
gibi üzülürdü esnaf. Öyle ya altı yedi aylık alacakların tahsil
edilebilmesi harmanın iyi olmasına ve zamanın tek alıcısı olan ofisin
zamanında para ödemesine bağlıydı.
Dükkan komşuluğu kardeşlikten de öte bir ilişki biçimi
demekti. Öyle ben siftah ettim komşum da etsin türünden olmasa da
ödemesi olana emanet para için kasaların birbirine açık olduğu, öğlen
yemeklerinin birlikte yenildiği hele bahar yaz aylarında kapıların
önünde piknik tüplerinin üzerinde yemeklerin yapılıp sokak ortasına
kurulan sofralarda tencerelere beraber kaşık sallandığı zamanlardı.
Karşılıklı olmadık şakalar yapılır bugün sana yarın bana misali
katlanılır geçilirdi.
Sabah namazını çarşı camilerinde kılıp
“İşte sabahın,aşta sabahın.” diyerek dükkanını açanlar olduğu gibi sekiz
sekiz buçuk sularına kalanlar çoğunluk olup hele dokuzu geçen
“Oooo beyim vali makamına geldi.” Benzeri cümleler ile karşılanır,
dükkanı her günkü zamanından biraz geç açılan merak edilir ve evi aranır
sorulurdu.
Elektrik direklerinin devrilip akşamları mum ya da gaz lambası ışığında
bir haftaya yakın idare edilmek zorunda kalınan sert bir Konya kışı
yaşanmış, soğuklar yerini bahar havasına terk etmeye başlamıştı. İşler
hala durgun olsa da ufak ufak kımıldar olmuştu ama vakit ikindin
saatlerini geçip akşama yürümeye başlamış çarşıdan yavaş yavaş
müşterinin ayağı kesilirdi.
Böyle zamanlarda olduğu gibi çarşı esnafından sandalyelerini eline alan
Zeki Dayı’nın dükkanının önüne toplanıp “Dayı bugün çaylar da muhabbet
de senden! Biraz sohbet edelim.” deyince Attarlar içinden Çaycı İbrahim
Ağa’nın oradan çaylar gelmişti. İşlerin durgunluğu, ay sonu ödenecek
senetler filan derken komşular sıkıntılarını bir birlerine aktarıp
dertleşiyorlardı ama mekan sahibinin pek sesinin çıkmaması dikkat
çekiyordu. “Dayı niye sessizsin söylediğin sekiz on çay dokunduysa
markayı benim dükkandan alsınlar.” dedi birisi. “Yok yav feda olsun
deyip kalfaya seslendi. Oğlum hemen diyafona basın çaylar tazelensin.”
Yıllardır var olan ülseri her mevsim geçişinde olduğu yine azmış gece
gündüz uyutmuyordu. Gitmediği doktor kalmamış ameliyat olman lazım
diyenler olmuş ama bir türlü karar verememişti. Biraz önce takılan
komşu: “Bir de Ankara’ya gidelim, bizim amcaoğlu dahiliye profesörü
ona görünelim.” deyince biraz morali düzelir gibi oldu. Beyler dedi:
“Yaş kırkı geçince dökülme başlıyor. Bilseydim kırk yaşına geldiğimde
yaşımı sorana kırk demezdim. Benden size tavsiye kırkı görecekler
söylemesin.” Ne diyeceğiz diye sorana birisi: “Otuz dokuzda iki sene
bekleyip kırk bire atlayın.” diye cevap verdi. Gülüşmeler devam ederken
bir başkası ne oluyor kırk deyince “Kırk deyince hırt diyor hayat!”
demeye kalmadan içinde şangırtısı da bol öyle bir patlama sesi
duyuldu ki kapının önünde oturanların her biri dört bir yana kaçışmaya
başladı. Dükkanın önünde dizili duran alüminyum tencereler darmadağın
olmuş, sandalyeler sağa sola savrulmuş, herkes kapıların önüne çıkmış
birbirine ne olduğunu sorup olan biteni öğrenmeye çalışıyordu. Olayı
yaşayanlara ise bardak bardak su yetiştirmek için adeta yarışa
girilmişti korkuları yatışsın diye.
Öğlen Cıvıloğlu’nda akademide kavga çıkmış polisin kovaladığı bazı
talebeler çarşının içine kaçmaya çalışmış fakat esnaf müsaade etmemişti
girmelerine. “Acaba buna kızıp bomba mı koydular çarşıya?” dedi
birisi. Bir diğeri “Ramazan yakın, atom torpil mantar dolu ardiyeler,
onlar patlamıştır.” diye fikir yürüttü ise de bir süre ne olduğu
anlaşılamadı ama gerçeğin ortaya çıkması uzun sürmedi.
Ahmet Efendi Çarşısı’nın ağır şakaları ile ünlü esnaflarından birisi
çaya davet, sohbete dahil edilmemiş olunca “Bensiz muhabbet ha” diyerek
alüminyum tencerenin içine bir paket torpili doldurup sessizce
oturanların yanına bırakmış birleştirdiği fitille hepsini birden
patlatıvermişti. Olan biten buydu ama yaşı kırkı geçen de geçmeyen de
“hırt” demiş gibi olmuştu. |